Başlangıçta Kaos mu yoksa Bizans mı vardı anlayamadım...
Yollarda ani bir saldırıya maruz kalmış gibi orta yerde bırakılan otomobiller, can havliyle kendilerini dışarıya atmış insanların terk ettiği otobüsler, yollarda nereye gideceğini, ne yapacağını bilemeyen bir sürü insan....
Böyle telaşeli bir günde evde oturmak çok daha iyi olurdu belki ama vizem dolduğu için artık Yunanistan’dan ayrılmak mecburiyetinde kendimi attım sokaklara. Buzlu caddede ben bavulumu çekiyorum o da beni. Sıcak ülke insanlarının çok ağrına gidiyor böylesi soğuk, böylesi kar. Karlı Atina’dan gecikmeli olarak bindigim ucagım karlı İstanbul Havaalanına indiğinde beni o güzel gökyüzünden sonra nelerin beklediğini kestirmeye çalışıyordum. Bindiğim takside ki donuk bakışlı şoför bezgin bir şekilde “Yolculuk nereden böyle abi?” diye sordu. “ Atina’dan, karlı Atina’dan” diye cevap verdim. Lafım henüz bitmisti ki “Çok kar yağdı burada çooook” dedi .
Başka bir şey konuşmaya da niyeti yoktu.
Havaalanından çıkarken, polislerin ruh dünyasını yansıtan bir şey gördüm. Bir kardan polis. Boyu iki metreye yakın; devletin büyüklüğünü simgeliyor olmalıydı. Başında polis kasketi vardı. Üniforma niyetine, gövdesine küçük çöplerden Tanzimat dönemi Osmanlı askerlerinin ( hani şu ünlü kırmızı ceketliler vardır ya çizgi romanlarda) ceket görüntüsü. Pırpırlarıda üzerinde; sanırım polisin yükselme arzusunu temsil ediyordu ve en ilgi çekicisi, bir plastik eldivenin içine kar doldurulmuş, o devasa gövdeye bitiştirilmiş, kardan polise selam veriyor havası verilmiş. Belki de en ilgi çeken taraf buydu. Aslında bu ülkede yaşayanların kardan adam yapma alışkanlığı yoktu. Çocuk işiydi bu
zaten, ne geregi vardı canım. Şehirde yağan kar acıdan başka bir şey getirmiyordu artık. Soğuk, fakirlerin en korkulu rüyası olmuştu. Birçok evsiz sığınacak bir yer peşindeydi en azından birkaç günlüğüne... Garibin mevsimi yaz bir an önce gelmeliydi.
Böylesi kar uzun yıllardır düşmedi İstanbul’a, Bursa’ya hatta sıcak günlerine birçok kereler tanık olduğum Atina’ya. Karın ne zaman yağacağını bilebilsek, her yıl sekiz aylarını kardan yolları kapanmış köy ya da kasabalarında geçiren insanları anımsamak
uğruna bu büyük kentte de bir kış günü, kış festivali yapamaz mıyız? Hani 1980’lerden sonra neredeyse her şehir ve her kasaba için bir kurtuluş günü tespit edilmişti ya aynı öyle bir şey. Düşman işgalinden kurtuluş günlerinin, Diyarbakır karpuzu, Susurluk yoğurdu veya ayranı, Devrek bastonu, Eskişehir Lületaşı günlerinden sonra bir de “ kar yağdı böyle oldu festivali” .
Bizanslılar bin yıldan fazla bir süre “dünyalarını” yönettikleri şehirlerine “ Vassilevoussa” (hükmeden şehir) demişler. Bin yıl boyunca,
hükmeden şehre dost - düşman, medeni-barbar, doğulu-batılı herkes büyülenmiş gözlerle bakmış. Belki de iştahla. Kimler gelmiş ve girememiş şehre. Karadeniz’den rutubet ve soğuk getiren poyraza kimler yenik düşmemiş ki! Bir de Rum Ateşine! Ve nihayet “Şehrin fatihleri”, 1204' teki Haçlı İstilasından beri belini doğrultamamış bir viraneler yığını ile karşılaşmışlar 1453’te.
Fethi izleyen imar ve iskan hareketinin ardından imparatorlukta din ve dilden başka ne tür bir radikal değişiklik olduğunu kestirmek güç aslında.
Osmanlı, Bizans'ın Eskiçağ'dan kalma siyasi yapısı ile beraber iyi-kötü huylarını da bünyesine katıvermiş. İmparatorluğun İstanbul'dan gayrı kısımları koca bir varoştan ibaretmiş; Cezayir'den Hazar denizine, Kırımdan Yemene uzanan bir varoş. Bu devasa coğrafyanın hayatını ve kaderini; surların arasına sıkışmış ve çoğu zaman burnunu dışarı çıkarmayan padişahın keyfi, vuzeranın (vezirler takımı. toplumdaki yüksek rütbe ya da makam sahibi kişileri belirtmekte kullanılır), ulemanın, yeniçeri güruhunun doymak bilmez iştah ve ihtirasları türlü ırktan cariye ve aşüftenin entrikaları, ahalinin iniltileri ve Duvel-i muazzama ( büyük devletler) sefirlerinin tazyikleri tayin ediyordu.
Tüm bunlara birde temelleri sağlamca atılmış bir bürokrasinin basiretini de herhalde eklemek gerek...
Ama kent güzelmiş, Osmanlı İstanbul’u, muhteşem camilerle mütevazi ahşap evlerin, bostanlarla medreselerin, kiliselerle havraların, Roma su kemerleriyle Osmanlı çeşmelerinin yeşil bir zeminde beraberce ömür sürdüğü dillere destan bir yermiş. Sokaklar öylesine darmış ki, Padişah, kızının develerden oluşan gelin alayını şehirden geçirmek için birkaç evin cumbasını testereyle biçtirmek zorunda kalırmış. Ne gam! Köşe başından mücevher gibi camiler, mescitler ve sular fışkırıyormuş . Osmanlı, Bizans sarnıçlarının durgun suyunun lezzetini beğenmemiş olacak ki Trakya ormanlarından sular getirerek her tarafa çeşmeler yaptırmış. Güzel bir kent ya bu İstanbul., herşeye layık .
Taksi şoförü Esenler Otogarı’na doğru gaza bastıkça basıyor. Ön cam diğer araçlardan sıçrayan sular yüzünden çamur içinde. Yollar çamur, Esaslı bir yağmur bekliyor İstanbul, yıkanmak istiyor, haykırıyor şehir, temizlenmek arınmak istiyorum diye...acaba sadece kardan çamurdan mı? İnsanın içine sıkıntı veren bir yol, çevre yolu, etrafta yüzlerce göz rahatsız edici bina ve geleceğin İstanbul'u düşkün bir kadın olarak kişileşiyor gözümde. Edebiyatçıların Bizans’a yakıştırdıkları “ipek ve mücevherlere bürünmüş kibar fahişe” benzetmesinden çok farklı, naylon kumaştan sahte markalı elbiseler giymiş, şişman, çökmüş ve bezgin bir kadın. Fast-food yiyeceklerle semirttiği vücudu çirkin yağ dağları halinde büyümeye devam ediyor; yarısı ojeli tırnakları kir içinde, kirli gövdesini yıkamaya lüzum görmüyor, bunu talep eden müşterisi yok, zaten duştan akan suyun ne kadar temizleyeceği de çok şüpheli. Geçmişini hatırlatan yegane nesneler, ninesinden miras kalan, gerdanının gıdısının kıvrımları arasına sıkışmış birkaç parça mücevherden ibaret. İyi kalpli adamı oynayan müşterileri yapmacık bir şefkatle ona bu mücevherlerin hikayesini soruyorlar, ilgisizce anlatıyor, müşteri biraz fazla para bırakıyor. Geçtiğimiz günlerde birden bire
popüler olan “Salkım Hanımın Taneleri” gibi bir kader bu aslında. Kimin umrunda?
Herkesin bir hikayesi vardır öyle değil mi? Çıkıp giden müşterinin ardından düşkün kadın, havasız ve karanlık odasında hap ve alkolün
yardımıyla uyuyakalıyor...
Herşeye rağmen karlar altındaki İstanbul güzel. Hakikaten güzel.
Yolcusu az otobüs boğaz köprüsünde hızla ilerliyor şimdi Asya’ya doğru, yolcular her biri ayrı yüz ayrı göz, yaşamıyorlar bu güzelliği... Avrupa geride kalıyor... Altımızdan geçen Rus bandralı geminin kaptanı acaba İstanbul’un bu beyaz güzelliğinin tadını çıkarıyor mu? O da dalmış mıdır benim gibi rüyalara...?
Düşünüyor mudur geride bıraktıklarını?
Hayat gerçekleşemeyen rüyalarla dolu... Hangisi gerçekleşir ki sahi?
Obur, tacizkar bir grilik ormanı içinde gözlerimi açıyorum Erenköy’e doğru. Çirkin beton dağları çökmüş, diğer bodur çirkinliklerle beraber hepsini kesif bir bitki örtüsü kaplamış. Arada bir mangal yapılan lüzumsuz eşya mezarlığı dediğim balkonlardan, ağaç gövdeleri yan yan fışkırmış, duvarların çirkin renklerini ya da çıplak tuğlalarını sarmaşıklar gizlemiş, üç kuruşluk taklit parke taşları yer yer erimis kar battaniyesi altında. Ve aralarda dolaşan tek tük insanlar... Betonu, asfaltı ve plastiği kavrayan yeşil kollar ahşap ve taşa dokunmamışlar.
Peki ya diğer İnsanlar nerede? Yollarda birkaç ihtiyar nazikçe selam verip adımlarını hızlandırıyorlar. Cami avluları, meydanlar bomboş, şehir hatları “Kalamış” vapurunun düdüğü duyuluyor uzaklardan. Birkaç güvercin uçuyor havada....onlarda şaşkın, kanatlarının sesleri yankılanıyor. Uzaktan bir ney sesi işitiliyor. Yoksa bana mı öyle geliyor? Çalan kim? Hoparlörsüz okunan ezana belli belirsiz çan sesleri karışıyor. Hangi müezzin? Hangi zangoç? Her köşe başında kediler tembelce yalanıyorlar. Beyoğlunda bir sokakta, elinde ekmek torbası evinin yolunu tutmuş bir Hanım yavaşça ilerliyor...Balıkçı tekneleri dönüyor, Karadeniz tarafından ağlar dolu...Dolmabahçe de el ele yürüyen aşıklar var. Kapalıçarşı ‘da içilen bir kahvenin kokusu taa burnuma kadar geliyor....muş.
Son paragraf yalnızca bir rüyaymış!
Ruhum orada, aklım burada sisli soğuk bir Bursa akşamı karşılıyor vücudumu.
Yazı: Ugur Celikkol / 25 ocak 2002 Cuma /Afiş: Uğur ÇELİKKOL'un Bursa'da düzenlediği Atina ve kar saydam gösterisi afişidir.